Ortadoğu’da 2010 yılında Arap Baharı başladı. Esat yönetimi reform yapmak istese de muhaliflerin yabancı ülkeler tarafından desteklenmesi olayları tırmandırdı. Artan olaylar iç çatışmaları olağanüstü arttırdı. Başlangıçta 4 milyon Suriyeli ülke dışına göç etti. Afrika ve Ortadoğu’da artan şiddet sonucunda, giderek artan iç ve dış göçler ikinci dünya savaşından sonraki en büyük sığınmacı krizini yarattı. Ortaya çıkan kitlesel göç dalgaları ise AB’yi dağılmaya zorlayan bir krizle karşı karşıya getirdi. Suriye’de çok sayıda sivil öldü ve yaralandı. Terör örgütlerinin faaliyetleri arttı. Suriye’de 11 milyon insan evlerini terk etmek zorunda kaldı. Göç dalgasından en çok etkilenen ülke Türkiye oldu. Avrupa birliği göç dalgasının artmaması için Türkiye ile anlaşma yaparak yardım sözü verdi fakat sözünü tam olarak tutmadı. Bunun üzerine Türkiye sınır kapılarını açarak göçü serbest bıraktı. Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuki statüsü gereği ülkeye gelenler Avrupa’lılar dışında mülteci olarak kabul edilmiyor. Türkiye’deki sığınmacılar daha iyi haklar sağlayan mülteci statüsüne kavuşmak için her türlü tehlikeyi göze alarak Avrupa ülkelerine geçmek istiyor. AB ülkeleri elini taşın altına koyup kalıcı çözüm bulamazlarsa bu sorun çok büyük problemler yaratabilir. Hatta Avrupa birliğinin dağılma sürecini de başlatabilir.

Giriş:

Ortadoğu’da 2010 yılında başlayan “Arap Baharı”nın Tunus dışındaki bütün ülkelerde başarısızlığa uğraması ve sonrasında Yemen, Libya ve Suriye gibi ülkelerde meydana gelen iç savaşlar sonucunda yeni mülteci akınları ortaya çıktı. Sadece Suriye’de 4 milyon insan ülkelerini terk etmek zorunda kaldı. Bütün bunlara Arap devrimleri öncesinde iç savaşa ya da siyasi istikrarsızlığa sürüklenmiş Irak, Afganistan ve Eritre gibi ülkelerin mültecileri de eklendiği zaman mülteci sorunu tarihte görülmemiş boyutlara ulaştı. Bugün dünya, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin rakamlarına göre kayıtların tutulmaya başlandığı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük sığınmacı krizi ile karşı karşıya kalmış durumdadır. (Bayraklı-Keskin, s.8) “Arap Baharı” sonrası Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan iç savaşlar ve çatışmalar nedeniyle ortaya çıkan kitlesel göç dalgaları ise AB’yi dağılmaya zorlayan bir krizle karşı karşıya getirdi. (Yücel, 2017, s.7)

Suriye’de savaş nasıl başladı?

Ancak Şam yönetiminin “Arap Baharı” kaygısıyla krizi büyümeden atlatmak için sergilediği uzlaşmacı tutum ve reform adımlarıyla krizi yönetme çabası ortadayken, içinde Türkiye’nin de yer aldığı bazı ülkeler aksine bir tutum sergiledi. Suriye yönetimine çözüm şansı verilmedi ve muhalif gruplar desteklendi.  (Dursunoğlu, Eren, 2014, s.25)

Suriye’de 10. yılına giren savaş Suriye’de Beşar Esad yönetimine karşı barışçıl gösterilerle başlayan isyan, tüm bir ülkede yıkıma yol açan, yüz binlerce kişinin öldüğü, milyonlarca kişinin evlerinden olduğu topyekûn bir iç savaşa dönüştü. Çatışmalarda 350 bin kişi öldü, şehirler yıkıldı ve diğer ülkeler de savaşa bulaştı.

Muhaliflere yakın İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, Mart 2018 itibarıyla 106 bini sivil 353 bin 900 kişinin ölümünü belgeledi. Bu sayılara kaybolan ve öldüğü sanılan 56 bin 900 kişi dahil değildir. Kuruluş, 100 bin kişinin ölümünün belgelenmediğini tahmin ediyor. Bu arada, Suriye’deki uluslararası insan hakları hukuku ve insan hakları hukuku ihlallerini kayda geçiren “İhlalleri Belgeleme Merkezi” adlı kuruluş sivillere yönelik saldırılar da dahil ihlalleri belgeledi. Şubat 2018 itibariyle 119 bin 200’ü sivil, 185 bin 980 çatışma kaynaklı ölümü kayda geçirdi.

Artık mesele, Esad yanlıları ve karşıtları arasındaki savaşın çok ötesinde. Her biri kendi gündemlerine sahip olan çok sayıda örgüt ve ülke durumu çok daha karmaşıklaştırıyor ve savaşın uzamasına neden oluyor. Suriye’deki dinî gruplar arasındaki nefreti körüklemek, Sünni çoğunluğu, Esad’ın da mensubu olduğu Alevî toplumuna karşı savaştırmakla suçlanıyorlar. Bu bölünmeler, tarafların katliamlar yapmasına, toplumları yıkıma uğratmasına ve barış umutlarının azalmasına neden oldu. Aynı zamanda bu ortam IŞİD ve El Kaide gibi örgütlerin güçlenmesine neden oldu. Kendi kendilerini yönetmek isteyen, ancak hükümet güçleriyle savaşmayan Suriyeli Kürtler de savaşa yeni bir boyut ekledi.

Savaşın tarafları kimler?

Hükümetin başlıca destekçileri Rusya ve İran. ABD, Türkiye ve Suudi Arabistan ise muhaliflere destek veriyor. Rusya -savaştan önce de Suriye’de askerî üsleri bulunan Rusya- 2015’te rejime destek olmak için hava saldırıları başlattı ve bu saldırılar savaşın gidişatının Esad lehine değişmesinde büyük rol oynadı. Rus ordusu sadece “teröristleri” hedef aldığını söylerken, aktivistler sık sık ana akım isyancıların ve sivillerin de öldürüldüğünü savunuyor. İran’ın Esad rejimine destek olmak için yüzlerce asker gönderdiğine ve milyarlarca dolar harcadığına inanılıyor. Çoğu, Lübnan Hizbullahı’na üye, aynı zamanda Irak, Afganistan ve Yemen’den gelen binlerce Şii milis İran tarafından silahlandırıldı, eğitildi ve masrafları karşılandı. ABD, İngiltere, Fransa ve diğer Batılı ülkeler “ılımlı” diye kabul ettikleri muhaliflere değişen derecelerde destek oldular. Önderlik etikleri küresel bir koalisyon Suriye’de 2014’ten bu yana IŞİD militanlarına hava saldırıları düzenledi ve Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adlı Kürt ve Arap milis ittifakının cihatçıların elinden toprak kazanmasına yardımcı oldu. Türkiye uzun süredir muhalif Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) destek veriyor. TSK Afrin’de, Kürt Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) askerî kanadı olan Halk Savunma Birlikleri’ne (YPG) yönelik Zeytin Dalı Harekatı’nı ÖSO ile birlikte yürütüyor. Suudi Arabistan İran’ın nüfuzunu azaltmak isteyen ülke olarak isyancı gruplara silah ve para yardımı yaptı. İsrail ise, Hizbullah’a giden İran silahlarından o kadar kaygılı ki, buna engel olmak için Suriye’de hava saldırıları düzenledi.

Savaş, yüzbinlerce sivilin ölümüne yol açmasının yanı sıra, 1,5 milyon kişiyi kalıcı engellerle yaşamaya mahkûm etti. Bunlara uzuvlarını kaybeden 86 bin kişi de dahil. En az 6,1 milyon Suriyeli ülke içinde evlerinden oldu, 5,6 milyon kişi de ülke dışına kaçtı. Ülke dışına kaçanların yüzde 92’sine ev sahipliği yapan komşu Lübnan, Ürdün ve Türkiye, yakın tarihin bu en büyük göç hareketiyle başa çıkmakta zorlanıyor. Birleşmiş Milletler (BM) 13 milyondan fazla kişinin 2018’te bir tür insanî yardıma ihtiyacı olacağını söylüyor. Savaşın tarafları, yardım örgütlerinin ihtiyaç sahiplerine ulaşmasını engelleyerek sorunu daha da kötüleştiriyor. Neredeyse 3 milyon kişi kuşatma altında ya da ulaşılması zor yerlerde yaşıyor.

Suriyelilerin sağlık hizmetlerine erişimi de kısıtlı. İnsan Hakları için Doktorlar Örgütü Aralık 2017 itibariyle 330 sağlık kuruluşuna yapılan 492 saldırıyı belgeledi ve bu saldırılarda 847 sağlık görevlisi öldü. Suriye’nin zengin tarih mirası da büyük ölçüde yok edildi. Ülkede UNESCO Kültür Mirası olarak tanımlanan altı yerin tamamı ağır hasar gördü. Ülke genelinde bazı mahalleler tamamen yok oldu. BM’nin geçtiğimiz günlerde yaptığı araştırmada muhaliflerin elindeki Doğu Guta’nın bir bölgesinde binaların yüzde 93’ünün yıkıldığı tespit edildi.

Ülke fiilen nasıl bölündü?

Hükümet güçleri, ülkenin büyük kentlerinde kontrolü yeniden gele geçirdi ancak kırsal kesimdeki geniş alanlar hala muhaliflerin ve omurgasını YPG’nin oluşturduğu SDG’nin elinde. Muhaliflerin elindeki en büyük bölgeyse, 2,6 milyon kişinin yaşadığı ülkenin kuzeydoğusundaki İdlib. “Çatışmasızlık bölgesi” olarak ilan edilmesine karşın İdlib, hükümet güçlerinin saldırısına hedef oldu. Hükümet El Kaide bağlantılı cihatçıların hedef alındığını savunuyor. Başkent Şam’ın kenar mahallelerinden Doğu Guta’da da bir kara operasyonu devam ediyor. Bölgedeki 393 bin kişi 2013’ten bu yana kuşatma altında yaşıyor, ayrıca yoğun hava saldırıları ve ağır bir gıda ve tıbbî malzeme sıkıntısı çekiyorlar. Bu arada SDG, Rakka kenti de dahil Fırat Nehri’nin doğusundaki büyük bir bölgeyi denetimi altında tutuyor. Rakka geçen yıla kadar IŞİD’in ilan ettiği “halifeliğin” fiili başkentiydi. Örgüt şimdi sadece birkaç küçük bölgeyi kontrol ediyor.

Göç Nasıl Başladı?

Sadece Suriye’de yaşanan iç savaş nedeniyle 11 milyon kişi evlerini terk etmek zorunda kaldı. Bu rakamın 4 milyonu Suriye’yi terk ederek başta Türkiye olmak üzere Ürdün, Lübnan ve Irak gibi ülkelere sığınan Suriyelilerden oluşmaktadır. (Bayraklı-Keskin, s.9)

Türkiye’nin AB sınırlarını açması:

2016’da imzalanan anlaşma çerçevesinde, Avrupa Birliği (AB), Türkiye’ye mültecilerin ülke içinde kalması ve Avrupa’ya ulaşmalarına engel olunması için altı milyar avro vermeyi taahhüt etti.

AB’nin temin ettiği bu toplu malî kaynağa ek olarak, Suriye ve Yunanistan ile olan sınırların koruması ve mülteci geçişlerini önlemesi için askerî araç alımı ve üretiminde kullanılmak üzere ayrıca bir fon sağlandı. (https://theblacksea.eu/stories/milyarlik-sinirlar-tr/duvarin-ardinda/) Fakat taahhüt edilenler tam olarak yerine getirilmedi.

27 Şubat 2020 tarihinde yaşanan İdlib krizi sonrasında Türkiye, Avrupa’ya sınır kapılarını açtı. Türkiye’de bulunan mülteciler Avrupa’ya ulaşma umudu ile sınır kapılarına yönelmeye başladılar.

Türkiye’de hukukî durum:

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi

Madde 1: “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.”[1]

Bildirgenin 14. maddesi; herkese sürekli baskı altında tutulduğunda, başka ülkelere sığınma ve kabul edilme hakkını tanımlamakta fakat bildirgenin hukukî bir bağlayıcılığının bulunmaması nedeni ile bu madde de kolaylıkla suiistimal edilebilmektedir. Mülteciler ile ilgili ilk görüşmeler, I. Dünya Savaşı’nın ardından birbirini takip eden mülteci dalgalarıyla başa çıkmak için Milletler Cemiyeti’ne dayansa da II. Dünya Savaşı’ndan sonra halen kontrol altına alınamamış olan mülteci trafiği ile ilgili ilk düzenleme 1951 yılında imzalanan Cenevre Sözleşmesi’nde geçmektedir.[2]

Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme: Cenevre Sözleşmesi 1951

Cenevre Sözleşmesi’nde, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni temel alarak “5 nedenli” bir mülteci tanımı yapılmıştır. Mültecilerin hakları ve yükümlülüklerini de detaylı olarak tanımlayan sözleşmenin temel amacı, herhangi bir çatışma halinde sivillerin ve savaş esirlerinin korunmasını sağlamaktadır.

“1 Ocak 1951’den önce meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen; yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahsa uygulanacaktır. Birden fazla tabiiyeti olan bir kişi hakkındaki “vatandaşı olduğu ülke” ifadesi, tabiiyetini haiz olduğu ̧ülkelerden her birini kasteder ve bir kişi, haklı bir sebebe dayalı bir korku olmaksızın, vatandaşı olduğu ülkelerden birinin korumasından yararlanmıyorsa, vatandaşı olduğu ülkenin korumasından mahrum sayılmayacaktır.”[3]

1951 yılından sonra devam etmekte olan mülteci sorunu Birleşmiş Milletler’i daha kapsamlı bir sözleşme sürecine götürmüş ve bu doğrultuda da 1967 yılında New York Protokolü imzalanmıştır.[4]

New York Protokolü 1967

New York Protokolü’nün en önemli detayı Cenevre Sözleşmesi’nde yer alan “1 Ocak 1951’den önce meydana gelen olaylar sonucunda” ve “söz konusu olaylar sonucunda” ifadelerinin çıkarılmasıdır. Protokol, sözleşmeye bağlı kalmakla birlikte bahsi geçen “kısıtlı” tanımları çıkararak günümüzdeki halini almıştır. Diğer bir önemli ayrıntı ise protokolün coğrafi sınırlama olmaksızın yapılması üzerinedir. Çünkü Cenevre Sözleşmesi’nde bu husus, yalnızca Avrupa ülkelerindeki kişileri kapsıyordu, bu da farklı kıtalarda zulme uğrayan kişilerin “mülteci” statüsüne girememesine sebebiyet vermekteydi.

Taraf devletlerin protokolü uygulama esasları ve buna ilişkin yürürlüğe koyacakları yasaları ise Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’ne bildirmeleri gerekmektedir. Uygulamada herhangi bir uyuşmazlık olması durumunda ise konu Uluslararası Adalet Divanı’na götürülmektedir.[5] Fakat sistem, işleyiş bakımından oldukça problemli bir haldedir. Buradaki problem uluslararası hukukun süjelerinden, yani devletlerin iradesinden kaynaklanmaktadır. Daha açık bir ifade ile, devletlerin ancak karşılıklı rızası ve inisiyatifleri doğrultusunda uluslararası hukuk devreye girmektedir. Buna istinaden, mevcut politik çıkarları göz önünde bulundurduğumuzda ise devletlerin böyle bir konuda ortaklaşabilmeleri pek mümkün görünmemektedir.

Ayrıca New York Protokolü’ne göre, taraf devletler “herhangi bir zamanda” taraf olmaktan cayma hakkına sahiptirler.[6] Buradaki tek bağlayıcılık ise cayma hakkının, Birleşmiş Milletler’e bildirilmesinden 1 yıl sonra yürürlüğe girecek olmasıdır. Ancak bu durumun da herhangi bir somut yaptırımı bulunmamaktadır. Hızla değişen dünya düzeni ve devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeleri nedeni ile, belki de sözleşmelere en fazla ihtiyaç duyulan zamanlarda bile, devletler kendilerini bu protokolün dışarısında konumlandıracak şekilde aksiyon alabilmektedirler.

Suriye vatandaşlarının Türkiye’deki durumu:

Türkiye’deki Suriyeliler, mülteci statüsünde değil, “geçici koruma” altında değerlendirilmektedirler. Bunun nedeni ise Türkiye’nin Cenevre Sözleşmesi’ni 3 kısıtlama ile imzalamış olmasıdır. Bu kısıtlamalar:

1-Zaman Kısıtlaması: Sadece 1951 yılından evvel meydana gelen olaylar neticesinde sığınma talebinde bulunan kişilerin mülteci statüsünde nitelendirilmesi,

2-Coğrafi Kısıtlama: Yalnızca “Avrupa” ülkesi vatandaşı olup, sığınma talebinde bulunanların mülteci olarak nitelendirilmesi,

3-Karşılaştırmalı Hak Kısıtlaması: “Bu sözleşmenin hiçbir hükmü, mülteciye Türkiye’de Türk uyruklu kimselerin haklarından fazlasını sağladığı şeklinde yorumlanamaz.”[7]

1967’de imzalanan ek protokol ile Türkiye zaman kısıtlamasını kaldırmış olsa da özellikle coğrafi kısıtlamayı kaldırmamış olması, Avrupa sınırları dışından gelip Türkiye Cumhuriyeti’nden sığınma talep eden kişilerin “mülteci statüsü” alamamalarına sebep olmaktadır. Bu da mülteciler için belirlenen pek çok haktan yararlanamamaları anlamına gelmektedir. Nitekim, zaman içerisinde sözleşmeye taraf devletler, coğrafî kısıtlamalardan vazgeçerken, bugün yalnızca Madagaskar, Kongo, Monako ve Türkiye coğrafî kısıtlamayı devam ettiren ülkeler arasında bulunmaktadırlar.

Suriyeliler neden Türkiye’den Avrupa’ya geçiş yapmak istiyor?

2019 Kasım ayı sonunda UNCHR’nin (Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü) yayımladığı Türkiye istatistiklerine göre; Türkiye’de 3.6 Milyon Suriye, 170.000 Afgan, 142.000 Irak, 39.000 İran, 5.700 Somali ve 11.700 diğer uyruklu vatandaş bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler’e göre bu oranlar ile birlikte Türkiye, dünyada en fazla sayıda mülteciye ev sahipliği yapan ülke olarak nitelendirilmekte olsa da yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı aslında bu kişiler mülteci statüsünde bulunmamaktadırlar. Türkiye’den Avrupa’ya gitmek istemelerinin sebebi de zaten Türkiye’de bu statüye sahip olmamalarıdır.

2011 yılında üst seviyeye ulaşan göç dalgası sebebi ile Türkiye 2013 yılında Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nu yürürlüğe koymuştur. Kanun kapsamında genel olarak, mülteci tanımının yanı sıra, “geçici koruma”, “şartlı mülteci” ve “ikincil koruma” adı altında üç hukuki statü ve bu statünün esasları ele alınmıştır.[8]

Türkiye’de ikamet eden Suriye uyruklu kişilerin amaçları, yaygın düşünülenin aksine Türkiye’ye yerleşmek değil, Avrupa’ya geçmektir. Çünkü Avrupa’ya geçiş yapabilmeleri sonucunda “mülteci” statüsünün getirdiği hukukî haklardan yararlanabilmektedirler.

Mülteci statüsünde olmayan Suriye uyruklu kişiler Türkiye’de barınma hakkı, çalışma izni ve sağlık imkanlarından yararlanamamakta veya çok kısıtlı yararlanabilmektedirler.

Savaş bir gün sona erecek mi?

Yakın vadede sona erecek gibi görünmüyor ama herkes bir siyasi çözüm gerektiği konusunda hemfikir. BM Güvenlik Konseyi 2012 Cenevre Bildirisi’nin uygulanması çağrısında bulundu. Bildiride “iki tarafın rızasıyla oluşturulacak bir geçici hükümet kurulmasını” öngörüyordu. Ancak 2014’ten bu yana BM’nin arabuluculuğunda “Cenevre 2” süreci olarak bilinen dokuz görüşmeden gelişme kaydedilemedi. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, giderek artan oranda muhaliflerle müzakere etmekte gönülsüz davranıyor gibi görünüyor. Muhalifler ise hala herhangi bir uzlaşmaya varılması için Esad’ın görevi bırakmasını şart koşuyor. Bu arada Batılı güçler de Rusya’yı paralel bir siyasi süreç yürüterek barış görüşmelerinin altını oymakla suçluyor. Astana Süreci kapsamında Rusya Ocak 2018’de “Ulusal Diyalog Kongresi”ne ev sahipliği yaptı. Ancak, muhalif temsilcilerin çoğu katılmayı reddetti.

Avrupalı devletlerin tutumu:

Türkiye’nin mülteci krizini yönetmekte zorlandığı AB üyesi ülkeler tarafından artık genel kabul gördüğü için Avrupa ülkeleri konu ile ilgili Türkiye’ye yeni ekonomik yardımlar yapmaya hazır görünmektedirler. Bunun karşılığında, Türkiye’nin Avrupa’ya mülteci geçişini durdurması beklenilmektedir. Ayrıca, Avrupa Birliği’nin Türkiye ile yeni bir göç anlaşması yapması gerektiği de Avrupa ülkelerinde daha sıklıkla dile getirilmektedir.

Mülteciler ise zaten Bulgaristan üzerinden geçiş yapmaya pek niyetli olmamaktadırlar. Bunun sebebi ise Bulgaristan halkının genel olarak mültecilere karşı takındığı ırkçı tavırlardan kaynaklanmaktadır.[9]

Mültecilerin Bulgaristan üzerinden gitmek istememelerinin diğer bir nedeni ise, 2014 yılında Bulgaristan sınırında yaşananlar olarak görülmektedir. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (Human Rights Watch) 2014 yılında yayınlamış olduğu “Çevreleme Planı: Bulgaristan’ın Suriyeli ve Diğer Sığınmacıları ve Göçmenleri Geri Püskürtmesi ve Gözaltında Tutması” (Containment Plan: Bulgaria’s Pushbacks and Detention of Syrian and other Asylum Seekers and Migrants)[10] başlıklı rapora göre, sığınmacı olduğu “düşünülen” kişilerin yargısız bir şekilde ve aşırı güç kullanılarak Türkiye’ye geri gönderilmeye çalışıldığı belgelenmiştir. Hatta bu kişilerin iltica talebinde bulunmalarına bile müsaade edilmediği raporda açıkça ortaya konulmamaktadır. Ayrıca gözaltı merkezlerindeki koşulların da insanî şartlarda olmadığı raporda vurgulanmaktadır.

Bulgaristan 2013 Kasım ayında, Türkiye’den gelen mültecilerin kaçak geçiş yapamamasına yönelik “Çevreleme Planı” oluşturmuştu. Bu kapsamda, sınırda 1.500 ilave polis memuru görevlendirildi ve bunlara AB Sınır Güvenliği Birimi Frontex aracılığıyla diğer AB üyesi ülkelerden gelen misafir muhafızlardan oluşan bir birlik daha eklendi. Ayrıca Bulgaristan, aynı tarihlerde Türkiye sınırının 33 kilometrelik bir bölümüne çit inşa etmeye de başlamıştı.[11]

2019 yılı Kasım ayında Yunanistan Kamu Düzeni ve Vatandaşı Koruma Bakanlığı tarafından sunulan Uluslararası Koruma Yasası, Yunanistan sığınma sistemindeki bireysel haklar ve usül garantileri üzerinde çeşitli kısıtlamalar getirerek, yeterlilik, kabul ve iltica yöntemlerine ilişkin kuralları tek bir yasama aracında birleştirmekteydi. Tasarı kapsamında; ikamet izinleri, sığınmacıların tutuklanması, işgücü piyasasına erişim, kişisel görüşme, hızlandırılmış işlemler, güvenli üçüncü ülkeler, bölgede kalma hakkı, temyiz içeriği ve temyiz komitelerinin kompozisyonu konularında değişiklik ve kısıtlamalara gidilmekteydi.[12]

İkincil koruma hakkı 3 yıldan 1 yıla indirilirken, gözaltı süresi 3 aydan 18 aya kadar uzatılmaktadır. Çalışma izni almak için ise tasarıya göre çalışma izni verilmeden önce altı aylık bir süre geçmesi gerekmektedir. Kişisel görüşmelerin, çok sayıda sığınmacının gelişi durumunda, iltica servisi dışındaki yetkililer, yani polis ve silahlı kuvvetler tarafından yapılabilmesi de söz konusu olmaktadır. Ayrıca normalde refakatçisi olmayan göçmen çocukların mağduriyetini engellemek üzere hızlandırılmış bir prosedür de bulunmaktaydı, fakat bu tasarı ile hızlandırılmış süreç değişti ve çocuklar da normal prosedüre tabi tutulmaya başlandı.[13]

Göçmen trafiğini azaltmak için düzenlenen yasa tasarısı ise bu sırada parlamentoda oy birliği ile kabul edildi. Sığınmacıların güvencelerinin azalması ve bu doğrultuda daha büyük krizler ile karşı karşıya kalabilme risklerinin artması açısından tasarı, uluslararası yardım kuruluşları tarafından oldukça eleştirildi. Ana muhalefet Radikal Sol İttifak Partisi (SYRİZA) lideri ve eski Başbakan Aleksis Çipras da tasarıyı eleştirenler arasında bulunmaktaydı.

Son durumda, Türkiye’nin sınır kapılarını açması üzerine Yunanistan, yasadışı yollardan ülkeye girmeye çalışan göçmenlerin tüm iltica taleplerini bir ay süre ile durdurdu ve hem karadan hem de denizden girmelerini engellemek için “sert tedbirler” aldı.

Yunan polisinin gaz bombası ile sınırı geçmeye çalışan mültecilere müdahale ettiği bilinmektedir. Göçmenler ile yapılan röportajlar neticesinde, hukukî prosedürlerin uygulanmadığı, sınır bölgesinde yakalananların Yunanistan kolluk kuvvetleri tarafından soyulduğu, dövüldüğü ve kovulduğu açıkça ifade edilmektedir. Türk yetkililer ise, son iki hafta içerisinde Yunanistan’a girmeye çalışırken en az üç göçmenin vurularak öldürüldüğünü söylediler.[14] Yunanistan hükümeti ise bu ölümleri reddetti. Bununla birlikte Yunanistan Sahil Güvenlik Güçlerinin, botlar ile gelen göçmenleri güç kullanarak geri ittiğine dair görüntüler de mevcut bulunmaktadır.

Almanya şansölyesi Angela Merkel Türkiye’yi, göçmenleri siyasi bir araç olarak kullanmak ile suçladı. 2015 mülteci krizinin ardından Türkiye’den Avrupa’ya düzensiz göçü engellemek amacı ile AB-Türkiye anlaşmasının Türkiye tarafından ihlal edildiğini vurgulayan Merkel, durumun kabul edilemez olduğunu dile getirdi.

Almanya tarafından konu ile ilgili diğer bir açıklama ise 1.500 kimsesiz göçmen çocuğun Almanya’ya alınması kararı oldu. Söz konusu çocukların ağırlıklı olarak acil tedaviye ihtiyaç duyan ve 14 yaşından küçük refakatsiz olanlardan seçileceği belirtildi.[15] Ayrıca CDU (Hristiyan Demokrat Birlik) Genel Başkanı Annegret Kramp-Karrenbauer, diğer AB ülkelerinin de göçmen çocukların Avrupa ülkelerine alınması ile ilgili devreye girmesi gerektiğini belirtti.

Avrupa perspektifini anlamak açısından Avrupa Birliği’nin temellerini kavramak teoride önem arz etmekle beraber, pratikte durumun bu şekilde oluşmadığını gözlemlemekteyiz. Birliğin amaçlarından birinin, üye devletlerin ve vatandaşlarının sosyal dışlanma ve ayrımcılık ile mücadele ederken, bir yandan da kültürel çeşitliliğe saygı duymak olduğu ifade edilse de Avrupa’da popülizmin etkisi ile birlikte yükselen sağ, pratiğin çok daha farklı olduğunun en büyük kanıtı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Avrupa’daki aşırı sağ partilerin ülkeden ülkeye göre iç dinamikleri ufak farklılıklar gösterse de genel anlamda hepsinin tabanlarını konsolide etmek adına göçmenler üzerinden politika izlediklerini ve bu doğrultuda siyasi erklerini meşrulaştırmaya çalıştıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Avrupa’da aşırı sağın yükselişte olmasının en önemli nedenlerinden birincisi; süreç içerisinde sağ popülist partilerin, seçmenlerin milliyetçi duygularını iktisadi bahaneler kullanarak seçmenlerin zihinlerinde bu durumu rasyonalize edebilmelerini sağlamalarıdır.  İkinci neden ise, Avrupa Birliği’nin kuruluş aşamasında vaatte bulunmuş olduğu “birlik” görevini devam ettirmekte zorlanmasıdır. Ayrıca uluslararası anlaşmalardaki ihlallerin somut yaptırımlarının olmaması da söz konusu devletlere dünya sahnesinde “ben merkezci” olarak diledikleri şekilde hareket etme özgürlüğü vermektedir.

Siyasi partilerin ve/veya ulus devletlerin çıkar ilişkilerinin neden olduğu savaşlarda kazananın olmadığı unutulmamalıdır. Sonuç olarak mülteci krizi, yalnızca siyasal ve iktisadî manada değil, ahlaki boyutta da ele alınmalıdır. İnsanlık onuru olarak tanımlanan değerleri kaybetmemek adına etnisite, din, dil gibi ötekileştirici söylem ve yaptırımların uluslararası boyutta ivedilikle “yeniden” ele alınması gerekmektedir. Çözüm üretmekte başarısız olduğunu kanıtlamış eski yapılanmalar ve anlaşmalar yenilenmediği müddetçe, mülteci krizinin olumlu sonuçlanamayacağı da tüm açıklığıyla ortada bulunmaktadır.

Suriye ile ilgili olarak Avrupa ve Batılı devletlerin geliştirdiği yaklaşımda çoğunlukla askerî çözüm hedefli ve kendisini merkeze alan en düşük maliyetli bir çözüm bulmaya yönelmektedir. (Akkaya S.368) Türkiye özellikle Suriye krizinde sınırlarını açarak, kamplar ve imkanlar yaratarak evrensel değerlere yakışan ve olukça insani değerleri öne çıkararak süreci yönetmeye çalışmıştır. (Akkaya s. 377) AB ve Türkiye, Mart 2016’da Türkiye’den Yunan adalarına gelen düzensiz göçmenlerin ve sığınmacıların Türkiye’ye geri gönderilmesi konusunda mutabakat sağlamıştır. AB, Ege Denizi’ndeki belli başlı güzergahlardan birinde kontrol edilemeyen göç akımını durdurmak amacıyla Türkiye ile imzaladığı bu anlaşma, mültecilerin Avrupa’ya girmesi için yasal yollar da sağlamaktadır. Sonuç olarak Türkiye’den gelen mülteci ve göçmen sayısı önemli ölçüde azaltılmıştır. (Akdoğan 69)

Sonuç:

“Arap Baharı” da dünya tarihinde yerini alan ve sonuçlarından tüm dünyanın, özellikle de Avrupa’nın derinden etkilendiği bir kriz olmuş ve bu kriz ile bir taraftan Orta Doğu ve Kuzey Afrika devletlerinde köklü değişiklikler yaşanmış, diğer taraftan birçok insanın ölümü ve devletlerini terk etmeleri sorunu dünya gündeminin en önemli sorunlarından biri halini almıştır. Öyle ki 2015 yılında, Avrupa’ya ulaşan veya ulaşmaya çalışan göçmen sayısı, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en büyük göç krizinin patlamasına neden olmuştur.

Türkiye Coğrafi konumundan dolayı dünyanın en fazla göçmen barındıran ülkesi konumuna gelmiştir. Haliyle bu durum Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomisine de çok büyük bir yük getirmiştir. Türk halkı ekonomik ve diğer sebeplerden dolayı artık Suriye’den gelenlere tepki göstermeye başlamıştır. Bu tepkinin daha da büyümesinden ve toplumsal olaylara dönüşmesinden endişe duyulmaktadır. Bunların yanında Suriye’den gelenler harp psikolojisinden dolayı büyük bir travma da yaşamışlardır. Bu da çok sayıda uzman ile çözülmesi gereken bir problemdir. Çözülmediği takdirde gelecekte çok çeşitli suçlar ile daha büyük olaylara neden olması muhtemeldir.

Bölgeden Avrupa’ya yönelen hareketlilik benzeri görülmemiş bir artışla, bir milyondan fazla göçmen ve mülteciyi Avrupa’ya getirmiştir. Mülteci krizini öngöremeyen, kriz öncesi önleyici ve etkili bir politika geliştiremeyen AB, sonradan birtakım çözüm arayışına girmiş olsa da bu konuda başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir. İnsanların vatandaşı olduğu devleti neden terke mecbur kaldığı sorununa eğilerek meseleyi Avrupa sınırlarında değil de asıl çıkış noktasında çözmeye çalışmak daha akıllıca bir politika olacakken, mülteci krizinin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da meydana gelen ve tüm dünyayı az çok etkileyen Arap Baharı’nın bir uzantısı olarak gündemine taşıyan ve çözümler arayan AB, krizin yönetimi konusunda da kendisinden beklenen ortak tavrı gösterememiştir.

AB; hukukun üstünlüğü, insan hakları, demokrasi gibi sahip olduğu ve her fırsatta da öne çıkararak vurguladığı değerlerine bu krizde yeterince sahip çıkamamıştır. Bir tarafta mülteci krizi ile kapısına dayanan insanlara karşı çıkan kimi üye devletler ile kendi değerleri arasında sıkışan AB, bu dar boğazdan çıkmak için yeni düzenlemeler yapmakta, adil bir paylaşım ile mülteci yükünü dağıtmaya çalışmaktadır. Bu konuda da üye devletlerin direnci ile karşılaşmakta ve soruna yeni sorunlar eklenmektedir. (Akdoğan s. 71) Hatta bu sorunlar Avrupa Birliğini dağılmanın eşiğine getirmiştir.

Türkiye’nin olmazsa olmaz olduğunun farkına varmış olan AB’nin Türkiye ile ilişkileri yeniden geliştirmek istediği açıkça ortadadır. Fakat AB bunu gösterecek müspet bir adım atmamaktadır.  Mülteci krizi süresince AB’nin ve Almanya’nın verdiği tepkiler, bu aktörlerin Türkiye’yi uzun vadede AB üyesi olacak stratejik bir ortak olarak görmekten ziyade, taktik iş birliği yapılacak bölgesel bir güç olarak görme eğiliminde olduğuna işaret etmektedir. Fakat mülteci krizi bir kez daha kanıtlamıştır ki, Türkiye Avrupa Birliği’nin güvenliği açısından kilit önemi haizdir. Kesin ve kararlı adımlar atılmazsa AB’nin başı sıkıştıkça attığı bütün adımlar sonuç üretmeyen taktik manevralar olarak kalmaya mahkûm olacaktır. Bu şekilde uzun vadeli planlar yapılamaz. AB yetkililerinin belirsiz tutumu, vâdeliden mali yardımın Türkiye’nin AB’nin sırtından aldığı yükle orantısız oluşu ve geri kabul anlaşmasının alelacele yürürlüğe sokularak Türkiye’den adeta bir tampon ülke oluşturulmaya çalışıldığı izleniminin verilmesi, AB’nin ve Almanya’nın halen birkaç ufak taviz vererek bu sorunu çözebileceklerini zannettiklerini açıkça ortaya koymaktadır. Halbuki şurası gayet açıktır ki, mülteci krizinde zaman Türkiye’nin lehine işlemektedir. (Bayraklı-Keskin, s.29) Türkiye de artık başının çaresine bakmaya karar verip farklı adımlar atabilir. AB ülkeleri çifte standart uygulamayı bir yana bırakıp kalıcı çözüm üretmek için gerekli tedbirleri almalıdırlar.

Kaynakça:

Alptekin Dursunoğlu – İsa Eren, Suriye’de Vekalet Savaşı, İstanbul 2014

Enes Bayraklı-Kazım Keskin, Türkiye, Almanya ve AB Üçgeninde Mülteci Krizi, SETA | Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı, s e t a v . o r g, Kaşım 2015, Sayı 143

Mesut Özcan, AB-Türkiye İlişkileri ve Suriye Krizi, INSAMER; İnsani ve Sosyal Araştırmalar Vakfı, Haziran 2017

Sümeyra Yıldız Yücel, Analysis, Avrupa’nın Mültecilerle İmtihanı SETA | Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı, s e t a v . o r g, Kasım 2017, Sayı 221

Nilfem BAYKAN’IN Analizi http://www.europolitika.com/uluslararasi-multeci-krizinin-dunu-bugunu-ve-gelecegi/

https://www.un.org/en/universal-declaration-human-rights/ ,

http://www.danistay.gov.tr/upload/multecilerin_hukuki_durumuna_dair_sozlesme.pdf ,

http://www.multeci.org.tr/wp-content/uploads/2016/12/1967-New-York-Protokolu-1.pdf ,

https://unctad.org/en/Docs/edmmisc232add19_en.pdf ,

http://www.multeci.org.tr/wp-content/uploads/2016/12/1967-New-York-Protokolu-1.pdf ,

http://www.danistay.gov.tr/upload/multecilerin_hukuki_durumuna_dair_sozlesme.pdf ,

https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.6458.pdf ,

https://www.dw.com/en/why-do-so-many-refugees-avoid-bulgaria/a-18707897 ,

https://www.hrw.org/report/2014/04/28/containment-plan/bulgarias-pushbacks-and-detention-syrian-and-other-asylum-seekers ,

https://www.hrw.org/tr/news/2014/04/28/253505 ,

https://www.asylumineurope.org/news/29-10-2019/greece-new-restrictions-rights-and-procedural-guarantees-international-protection ,

https://rsaegean.org/wp-content/uploads/2019/10/RSA_Comments_IPA.pdf ,

https://www.nytimes.com/2020/03/10/world/europe/greece-migrants-secret-site.html ,

https://www.amerikaninsesi.com/a/alman-hukumetinden-multeci-cocuklari-alma-karari/5320994.html ,

 

[1] https://www.un.org/en/universal-declaration-human-rights/ , Nilfem BAYKAN’IN Analizi , http://www.europolitika.com/uluslararasi-multeci-krizinin-dunu-bugunu-ve-gelecegi/

[2] https://www.unhcr.org/4ca34be29.pdf , http://www.europolitika.com/uluslararasi-multeci-krizinin-dunu-bugunu-ve-gelecegi/

[3] http://www.danistay.gov.tr/upload/multecilerin_hukuki_durumuna_dair_sozlesme.pdf , Nilfem BAYKAN’IN Analizi http://www.europolitika.com/uluslararasi-multeci-krizinin-dunu-bugunu-ve-gelecegi/

[4] http://www.multeci.org.tr/wp-content/uploads/2016/12/1967-New-York-Protokolu-1.pdf , Nilfem BAYKAN’IN Analizi http://www.europolitika.com/uluslararasi-multeci-krizinin-dunu-bugunu-ve-gelecegi/

[5] https://unctad.org/en/Docs/edmmisc232add19_en.pdf , Nilfem BAYKAN’IN Analizi http://www.europolitika.com/uluslararasi-multeci-krizinin-dunu-bugunu-ve-gelecegi/

[6] http://www.multeci.org.tr/wp-content/uploads/2016/12/1967-New-York-Protokolu-1.pdf , Nilfem BAYKAN’IN Analizi http://www.europolitika.com/uluslararasi-multeci-krizinin-dunu-bugunu-ve-gelecegi/

[7] http://www.danistay.gov.tr/upload/multecilerin_hukuki_durumuna_dair_sozlesme.pdf , Nilfem BAYKAN’IN Analizi http://www.europolitika.com/uluslararasi-multeci-krizinin-dunu-bugunu-ve-gelecegi/

[8] https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.6458.pdf , Nilfem BAYKAN’IN Analizi http://www.europolitika.com/uluslararasi-multeci-krizinin-dunu-bugunu-ve-gelecegi/

[9] https://www.dw.com/en/why-do-so-many-refugees-avoid-bulgaria/a-18707897 , Nilfem BAYKAN’IN Analizi http://www.europolitika.com/uluslararasi-multeci-krizinin-dunu-bugunu-ve-gelecegi/

[10] https://www.hrw.org/report/2014/04/28/containment-plan/bulgarias-pushbacks-and-detention-syrian-and-other-asylum-seekers , Nilfem BAYKAN’IN Analizi http://www.europolitika.com/uluslararasi-multeci-krizinin-dunu-bugunu-ve-gelecegi/

[11] https://www.hrw.org/tr/news/2014/04/28/253505 , Nilfem BAYKAN’IN Analizi http://www.europolitika.com/uluslararasi-multeci-krizinin-dunu-bugunu-ve-gelecegi/

[12] https://www.asylumineurope.org/news/29-10-2019/greece-new-restrictions-rights-and-procedural-guarantees-international-protection , Nilfem BAYKAN’IN Analizi http://www.europolitika.com/uluslararasi-multeci-krizinin-dunu-bugunu-ve-gelecegi/

[13] https://rsaegean.org/wp-content/uploads/2019/10/RSA_Comments_IPA.pdf , Nilfem BAYKAN’IN Analizi http://www.europolitika.com/uluslararasi-multeci-krizinin-dunu-bugunu-ve-gelecegi/

[14] https://www.nytimes.com/2020/03/10/world/europe/greece-migrants-secret-site.html , Nilfem BAYKAN’IN Analizi http://www.europolitika.com/uluslararasi-multeci-krizinin-dunu-bugunu-ve-gelecegi/

[15] https://www.amerikaninsesi.com/a/alman-hukumetinden-multeci-cocuklari-alma-karari/5320994.html , , Nilfem BAYKAN’IN Analizi http://www.europolitika.com/uluslararasi-multeci-krizinin-dunu-bugunu-ve-gelecegi/

 

Dr Burhanettin Şenli

Please follow and like us:

Categories:

No responses yet

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Eylül 2024
P S Ç P C C P
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
30